Skip to content

Konu bir müzik grubunun çıkış albümü olunca, nostalji çanları ister istemez çalmaya başlıyor. Çünkü bugünlere birikerek gelen yaşanmışlıkların izini geriye doğru sürdüğünde ulaştığın o tekil nokta, işte tam da o şarkılarda saklı. Mevzubahis Genesis ve onların gayriresmî çıkış albümü ‘Trespass’ olunca, insan kendini zaman tünelinin en güvenli bölgesinde buluyor. Yıllar sonra yaşanacak ayrılıkların henüz çok uzak olduğu, en güzel birlikteliklerin ise daha yaşanmamış olduğu bir eşikte… Tıpkı çok sevdiğin bir film serisine yeniden başlamak ya da cuma günü okul çıkışı başlayan bir hafta sonuna adım atmak gibi: Sonunu defalarca deneyimlediğin ama sürecini tekrar yaşamaktan bıkmadığın bir hikâye bu. Belki de bu yüzden ‘Trespass’ı ne zaman elime alsam, sona en uzak noktada olmanın verdiği o taze heyecanla başka türlü etkilenirim.

Elbette öncelikle bu albümü “gayriresmî çıkış albümü” olarak nitelendirmemin nedenine değinmek isterim. Biraz geriye gidip grubun kuruluşuna ve o dönemdeki motivasyonlarına kısaca bakmak, bildiğimiz Genesis’in neden tam manasıyla ‘Trespass’ ile ortaya çıktığını anlamak açısından faydalı olacaktır.

Tony Banks, Peter Gabriel, Mike Rutherford ve Anthony Phillips; İngiltere’nin köklü okullarından, 500 yıllık geçmişe sahip Charterhouse’ta öğrenciyken bir araya gelirler. Bu okulda öğrenciler genellikle prestijli mesleklere yönlendirilir, müzik ise pek teşvik edilmezdi. Ancak 1960’lı yıllarda Beatles’ın öncülük ettiği müzik devrimiyle birlikte, gençler arasında pop ve rock grupları kurmak adeta yeni bir moda hâline gelmişti. Peter Gabriel bu dönemi yıllar sonra şöyle anlatıyordu:

“1966’da okuldayken başladık — dördümüz: Tony Banks, Anthony Phillips, Michael Rutherford ve ben. Aslında müzisyen olmaktan çok şarkı yazarı olmak istiyorduk, fakat şarkılarımızı kayda alabilmek için birlikte çalmaya başladık.”

Genesis üyeleri henüz 16–17 yaşlarındayken şarkı sözü yazmaya ve beste yapmaya başladılar. O dönemde gruplarının adı Anon’du; ‘Genesis’ ismi ise daha sonra yapımcı Jonathan King tarafından verilecekti. King’in yönlendirmesiyle grup, 1969’da ‘From Genesis to Revelation’ albümünü yayımladı. Fakat albüm, King’in baskın prodüksiyon anlayışı ve dönemin pop müzik trendlerinin etkisiyle, grubun ruhunu yansıtmaktan uzak ve sıradan bir pop albümü olarak ortaya çıktı.

Üstelik ‘Genesis’ adının dinî çağrışımları yüzünden, albüm plak dükkânlarında yanlışlıkla dinî müzik raflarına yerleştirildi. Bu karışıklık satışları neredeyse sıfıra indirdi. Sonuç olarak, hem bu ticari başarısızlık hem de müzikal yönelimdeki uyuşmazlıklar grubun King ile yollarını ayırmasına neden oldu.

Ve işte tam bu noktada, kendi müzikal kimliklerini ilk kez özgürce ifade ettikleri, atmosferiyle ve doğallığıyla bambaşka bir kapı açan ‘Trespass’ dönemi başlıyordu.

Artık belki de kaderlerinde yazılı olanı gerçekleştirmek için ihtiyaç duydukları özgürlüğe kavuşmuşlardı. Okuldan ayrılmışlardı fakat müzik endüstrisine hâkim değillerdi ve işlerin nasıl yürüdüğüne dair pek fikirleri yoktu. Amfi, org, piyano gibi ekipmanları yakın çevrelerinden borç alarak temin etmişlerdi. Yapımcılar tarafından ya geçiştiriliyorlar ya da doğrudan reddediliyorlardı. Günler bu şekilde geçerken, 1970 yılında Tony Stratton-Smith adındaki bir yapımcıya seslerini duyurmayı başardılar ve onun sahibi olduğu Charisma Records etiketiyle sözleşme imzaladılar. Eğer 1970’li yıllara ait Progresif Rock plaklarına sahipseniz, bu etiketi mutlaka görmüşsünüzdür.

Grup bu sırada davulcu John Mayhew’i kadroya dâhil etti ve böylece ‘Trespass’ dönemi ekibi tamamlanmış oldu. Üyelerin, 1969 çıkışlı King Crimson – ‘In the Court of the Crimson King’ albümünden derin şekilde etkilendiği bilinir. Bu albüm Genesis için yalnızca bir esin kaynağı değil, aynı zamanda yönlerini belirleyen bir pusulaydı. Bu etkiyle birlikte, Genesis’in kısa sürede mellotron ve sentezleyici temelli bir kimliğe doğru evrildiğini görecektik.

Benim gözümde ‘Trespass’, üç büyük etkinin birleşimiyle kendi kimliğini buldu. Birincisi, Peter Gabriel’in ilerleyen yıllarda daha da belirginleşecek olan teatral vokal tarzı ve söz yazarlığıydı. İkincisi, Tony Banks’in kendine özgü romantik ve uhrevî melodiler üretme yeteneğiydi — ne şanslılardı ki bu yetenek bir yıl sonra gitarist Steve Hackett’ın katılımıyla filizlenip büyüyecekti. Albümün genel havasına belki de en çok etki eden üçüncü unsur ise gitarist Anthony Phillips’in İngiliz pastoraline olan ilgisiydi.

Benim için bu albümde, her hatırladığımda yüzümü gülümseten bir gerçek var: Tony Banks henüz sentezleyici kullanmıyordu. Aslında ‘Selling England by the Pound’ albümüne kadar da kullanmayacaktı, ancak Phil Collins ve Steve Hackett’ın gelişiyle grup zaten ‘Nursery Cryme’ döneminde klasik Genesis çizgisine ulaşacaktı. Yine de sentezleyici olmadan bile ‘Trespass’in açılış parçası ‘Looking for Someone‘da Hammond org ile gururlu ve etkileyici bir klavye solosu icra ediyor kendisi. Bu bölümü bazen gözümde, Banks’in en sevdiği ve kendisiyle özdeşleşmiş bir sentezleyici olan ARP ProSoloist ile icra ettiğini hayal ederim — sanırım çok yakışırdı. Yine de Hammond’un tınısı, Trespass’in dokusuna mükemmel bir sıcaklık kazandırıyor.

Genesis’in klavye sololarına ilgi duyanlar için ilginç bir bilgi paylaşmak gerekirse; Tony Banks’in bir sentezleyiciyle icra ettiği ilk klavye solosu ‘The Cinema Show‘ şarkısındadır. Bu parçada Banks’in, efsanevî analog sentezleyici ARP ProSoloist’in hazır seslerinden (presetlerinden) ve ifade gücünden maksimum düzeyde yararlandığını açıkça duyabiliriz.

Trespass‘, benim kişisel favorim olan ‘Looking for Someone‘ ile açılışını yapıyor. Şarkı, rock tınılarıyla pastoral yönü baskın folk etkileri arasında gidip gelen, oldukça geçişli bir yapıya sahip. Bu parçada her zaman Phil Collins’in şımarık ve dahiyane davul fikirlerini duymayı hayal etmişimdir. John Mayhew’ın kötü bir davulcu olduğunu düşünmüyorum; aslında onu değerlendirebilecek kadar fazla kayıt şansımız da olmadı. Yine de bu albümde zaman zaman bir marşa eşlik eder gibi ya da görevini yerine getiren bir memur gibi baget sallayışı, birçok dinleyici tarafından albümün zayıf noktalarından biri olarak görülür. Görünüşe göre grup üyeleri de benzer şekilde düşünmüş olmalı ki, albüm kayıtlarından sonra Mayhew gruptan ayrılmış ve yerine Phil Collins dâhil edilmiştir.

Şarkıya dönersek, benim için ‘Looking for Someone‘ı favori Genesis şarkılarından biri hâline getiren unsur, Tony Banks’in Hammond org ile icra ettiği duygu yüklü solodur. Albümün 42 dakikalık süresi içinde belki de en etkileyici anlardan biridir bu. Özellikle Peter Gabriel’in “Leave me… leave me…” yakarışının hemen ardından icra edilen bu org solosu, şarkıyı bambaşka bir derinliğe taşıyor. Bu anda Banks’in orguna eşlik eden tipik bir Peter Gabriel flütü ve hemen ardından gelişen rock momentumu, parçayı doruk noktasına çıkaran müthiş bir crescendo yaratıyor.

‘White Mountain’, uzun yıllar dinledikten sonra zihnimde beklenmedik bir şekilde Dream Theater – ‘Panic Attack’ ile kesişmişti. Bu benzetim ilk anda bana bile “Yok canım, nasıl bir çağrışım bu?” dedirtmişti; fakat iki şarkının da sahip olduğu ileri momentumun, zihnimde benzer bir etki yarattığını fark ettim. Her iki parçada da aynı itici güç, aynı sürekli hareket hissi var — ve bu durum bende benzer duyguları tetikliyor. Albümde açık ara en fazla duygusal bağ kurduğum şarkı diyebilirim. Bunun tamamen yapısal özelliklerden kaynaklandığını düşünüyorum: bir yolculuk hissi, bir sürecin içinde ilerliyormuşsun izlenimi veren ritmik yapı. Bu da dinleyiciyi içine çeken bir akış duygusu yaratıyor. Şarkıyı yönlendiren ve sürekli ileriye taşıyan org katmanı ise bu etkiyi perçinliyor; tam da bu yüzden ‘White Mountain’, albümün en öne çıkan parçalarından biri hâline geliyor.

‘Visions of Angels’, insanın içinde kelebekler uçuran bir piyano melodisiyle açılıyor. Şarkının ilk yarısında Gabriel’in vokalleri ve ona eşlik eden org yapısı öne çıkıyor; tempo düşük, atmosfer ise neredeyse dua eder gibi dingin. Ardından gelen, Genesis’in o kendine özgü köprü formu, parçayı ikinci bölüme taşıyor. Bu geçiş formunda, davulların devreye girmesiyle şarkı yavaş yavaş hacim kazanıyor ve uhrevi bir tınıyla yükseliyor. Parça boyunca büyük küçük tüm boşlukların Hammond org dokunuşlarıyla doldurulması ise benim için her zaman büyüleyici olmuştur. Bu, şarkıya hem sıcaklık hem de mistik bir bütünlük kazandırıyor.

Bazen türü hiç bilmeyen biri “Progresif Rock nedir?” diye sorduğunda, biraz ilgi uyandırmak adına şöyle anlatırım:
“Şarkı boyunca dinleyicinin ruh halini defalarca değiştiren, duygusal iniş çıkışları bol olan, ağlatırken güldürmeye başlayan bipolar özellikli bir rock türüdür.”

Bir sonraki şarkı olan ‘Stagnation’, bu tanıma fazlasıyla uyuyor. Parçanın ilk üç dakikasında akustik bir yapı hâkim; Tony Banks’in insanı bu dünyadan uzaklaştıran, bilinçaltını harekete geçiren ve adeta rüya bölgesine geçiren uhrevi klavye performansı öne çıkıyor. Bu tür eterik tınıları sevenlere, 1976 tarihli ‘Entangled’ parçasını da mutlaka tavsiye ederim — orada da benzer bir “rüya ile uyanıklık arası” hava yakalanır.

Şarkının ilerleyen kısımlarında ise bireysel vokal ve klavye performansları giderek yoğunlaşıyor. Sonlara doğru, grup neredeyse bütün yeteneklerini sergiliyor. ‘Stagnation’ için, bu albümde Genesis’in olgunlaşmaya başladığını, dallanıp budaklanmaya hazır bir progresif rock düzeni kurduğunu açıkça gösteren parça diyebilirim. Söz içeriğinde ise nükleer bir saldırının ardından yeraltında hayatta kalmaya çalışan bir kişinin hikâyesinden bahsedilir.

“I said I want to sit down. I want a drink,
to take all the dust and the dirt from my throat”

Bu dizelerde, karakter hem fiziksel bir susuzluktan hem de yaşadığı yıkımın ağırlığından arınma isteğinden söz ediyor olabilir. Şarkı, ‘Trespass’in pastoral ses tınısının ardında gizlenen bu karanlık ve post-apokaliptik temasıyla da oldukça çarpıcıdır.

‘Dusk’, albümde sindirmesi en kolay şarkı olarak öne çıkıyor; huzur veren, yaz esintisi tadında bir ballad. Genesis neredeyse her albümünde bu tür bir soluklanma anına yer verir — sade ama duygusal bir mola gibi. ‘Dusk’ın akustik ve pastoral yapısında güçlü bir Anthony Phillips dokunuşu seziliyor. Onun İngiliz kırsalına duyduğu ilgi ve doğayla iç içe besteleme anlayışı, şarkının ruhuna sinmiş durumda. Şanslıyız ki, Phillips’in bu yönleri ilerleyen yıllarda Steve Hackett tarafından kendi tarzıyla sürdürülerek yaşatıldı. Böylece ‘Trespass’in ve özellikle ‘Dusk’ın o pastoral, kır manzaralı havası, Genesis’in sonraki dönemlerinde de varlığını hissettirmeye devam etti.

‘The Knife’ için albümün reklam yüzlerinden biri demek çok da yanlış olmaz. Albümün kapanış parçası olarak, kurgulanan ritmin başarısızlık ve umutsuzlukla dolu bir kariyer başlangıcına karşı kazanılan zaferi temsil eden bir marşa dönüşmesiyle ‘The Knife’, hem Genesis’in hem de 1970’li yıllardaki rock sahnesinin karakterini özetliyor. Bu parça, hem albümün hem de Genesis’in en agresif, en tempolu ve en çığrından çıkan şarkılarından biri. Uzun yıllar boyunca konser setlistlerinden eksik olmaması da tesadüf değil. Özetle, takvim 1970’i gösterdiğinde ‘The Knife’, sadece Genesis için değil; rock müzik, progresif rock ve belki de henüz emekleme döneminde olan metal müzik için bile gururlu bir yol gösterici işlevi görüyordu.

‘Trespass’ albümü, belki de müzisyen olmak için doğmuş, biraz şanssızlık yaşamış ama bir o kadar da inatçı dört gencin hikâyesi olarak özetlenebilir. Hem bir “ilk” olma özelliğiyle, hem de enstrüman çeşitliliğiyle, bugün “senfonik progresif rock” olarak tanımlanan türün en başarılı örneklerinden biridir. Her müzikseverin en az bir kez şans vermesi gereken saf bir başlangıç hikâyesi.

11

Öne çıkanlar:

  • Looking For Someone
  • White Mountain
  • The Knife
11

Öne çıkanlar:

  • Looking For Someone
  • White Mountain
  • The Knife