26 Eylül’de yayımladığı ‘Melancholia’ şarkısıyla Rick Wakeman, biz onu çok sevenlere yeni albümünün müjdesini verdi. Bu albüm, usta müzisyenin piyano üçlemesinin üçüncü halkası. Önceki albümlerinde geçmişe dönük temalar ve dışa açılan bir anlatımla karşımızda olan Wakeman, ‘Melancholia’nın ilk notalarıyla birlikte kendi iç dünyasının derinliklerine ortak ediyor bizi. Şarkının o yalın hüznü — benim de şu sıralardaki ruh halimin de katkısıyla diyelim — İngiltere’nin kasvetli havasında, şatoların gölgesinde çamur hiç kurumazken, dünyasını evde yankılanan piyano sesleri ile kuran bir çocuk görüntüsünü canlandırdı bende.
Babasının çaldığı melodilerle tanır müziği; o günden sonra da hep o seslerin izini sürer Wakeman. 69 senesinde Royal College of Music’teki müzik eğitimini bırakan, stüdyo müzisyenliğine başlayan; David Bowie albüm kaydı için ‘Space Oddity’de çalan — hem de dokuz sterline — aynı dönemde Elton John, Marc Bolan, Cat Stevens, Lou Reed için de desteklerini esirgemeyen bu çocuğa, “One Take Wakeman” lakabı da bugünlerde gelir. Çoğu kayıtta prova yapmadan, tek seferde parçayı doğru şekilde çalan bu yetenek, Strawbs ile sahne kariyerini ve virtüözlüğünü uluslararası sahnelere taşır.
Ama Rick Wakeman için asıl olay kuşkusuz YES ile tanıştığı dönem başlar. “Yes grubuna altı kez gidip geldim. Birisi bunu Liz Taylor ve Richard Burton’ın evliliğine benzetti; birbirimizle yaşayamıyoruz ama onsuz da yapamıyoruz.” ifadesiyle tanımladığı hem çalkantılı hem de tutku dolu bu ilişki, progresif rock tarihine sayısız unutulmaz parça kazandırır. Wakeman, bu albümlerdeki klasik öğelerin sahibi olmasının yanı sıra, klasik müziğin disipliniyle rock’ın özgürlük alanı arasındaki o ince çizgide kurduğu müthiş tarzıyla Yes’i senfonik bir düzeye taşır adeta. 1971–74 yılları arasında yayımlanan ‘Fragile’, ‘Close to the Edge’ ve ‘Tales from Topographic Oceans’ albümlerinde, özellikle de ‘Roundabout’ (Anderson vokaliyle mükemmel uyumdaki tınıları), ‘Heart of the Sunrise’ (bas ve davul ağırlığında bile damarlarda hissedilen derin armonik yapı) ve ‘Close to the Edge’ (hâlâ teknik olarak nasıl yapıldığına kendisinin de şaştığı) düzenlemelerinde bunun izlerini sürebilmek mümkün. Müziğinin yanı sıra sahne performansıyla da rock tarihine izlerini bırakır Wakeman. O sahnede yalnızca müzik yapmaz, bir oyun sergiler adeta. 8–10 klavyeyi yarım daire biçiminde dizerek, bir kokpitin ya da katedral orgunun içine oturur gibi çalar. Bu düzenin yarattığı görselliği, genellikle uzun, parlak, pelerin tarzı kostümlerle tamamlar. Bazı konserlerde, altın ya da gümüş simli kumaştan olan bu pelerinlere ışıklar vurduğunda, klavye duvarının ortasında, o artık bir “büyücü”dür.
Solo kariyerinde de 100’e yakın çalışması bulunan Wakeman’ın progresif albümlerinden bazılarıyla ustaya selam gönderiyorum:
- ‘The Six Wives of Henry VIII’ (1973)
- ‘Journey to the Centre of the Earth’ (1974) – Jules Verne’in klasik romanından uyarlamadır.
- ‘The Myths and Legends of King Arthur and the Knights of the Round Table’ (1975) – ‘Merlin the Magician‘ parçasındaki efsanevi Moog solosu unutulmazdır.
- ‘No Earthly Connection’ (1976) – özellikle ‘Prisoner‘ dinlenmeye değerdir.
- ‘Criminal Record’ (1977) – devasa katedral orguyla çalınan ‘Judas Iscariot‘ parçası başyapıttır.
Piyano üçlemesinin sonuncusu olacak ve diğerlerinden farklı bir yere oturacağına inandığım bu albümün yayınlanması için Cuma gününü dört gözle beklerken, Jon Anderson’ın sözlerini tekrarlıyorum:
“İşte geliyor Rick, pelerinli kahraman!”

