Geçtiğimiz günlerde Kadıköy Plak Günleri’nden aldığım ‘Stormbringer’ plağını pikaba koyup biramı yudumlarken, birden seneler öncesine; kasabamdan ayrılıp üniversite için İstanbul’a yaptığım yolculuklara geri döndüm. O an, aynı tutkuyla ve o güzel anıların hatırına, gözümde her seferinde daha da büyüyen gizli kahramanımı yeniden hatırladım. Hem geçmişe döndüm hem de Hughes’un bir süredir unuttuğum o karanlık gücünü tekrar hissettim.
“Voice of Rock”… Pek çok kişinin böyle bir unvanı taşıyabilmek için gözünü kırpmadan köprüden atlayacağı bir lakap. O ise karanlık tarafa olan ilgisini, ruh bükücü gücünü ve sanatını birleştirerek bu unvanı gerçekten hak eden isim oldu: Glenn Hughes. Bu yazı onun hakkında.
1951 Staffordshire Cannock (Birleşik Krallık) doğumlu olan Hughes, ilk sahne deneyimini 15 yaşında bas gitarist ve vokalist olarak yer aldığı Finders Keepers’ta (1966–69) edindi; bu dönem ona profesyonel müzik yolculuğu için sağlam bir başlangıç kazandırdı. Ancak asıl patlamasını 1969–73 yılları arasında yer aldığı Trapeze grubuyla yaşadı. Her ne kadar İngiltere’de orta düzeyde tanınsalar da Amerika’nın özellikle güney eyaletlerinde güçlü bir hayran kitlesi oluşturmayı başaran Trapeze, Hughes’un güçlü vokalini geniş kitlelerle buluşturdu. Bu dönemde özellikle ‘Medusa‘ ve ‘Black Cloud‘ şarkılarında, daha sonra birçok şarkıda hafızalarımıza kazınacak o vokalin tüm yoğunluğunu hissetmek mümkün oldu.
Ve 1973… Hughes’un müzik yolculuğunda gerçek bir dönüm noktası. O yıl, Deep Purple’ın MK III kadrosuna (David Coverdale, Ritchie Blackmore, Jon Lord, Ian Paice) katılan Hughes, 1973–76 yılları arasında grubun ‘Burn’, ‘Stormbringer’ ve ‘Come Taste the Band‘ albümlerinde yer aldı. 1974’te ise çeyrek milyon kişinin izlediği efsanevi California Jam konserinde sahneye çıktı. Purple’ın kendi jet uçağı The Starship ile dünyayı dolaşırken, funk, soul ve hard rock öğelerini harmanlama becerisi sayesinde grubun klasik hard rock çizgisinden çıkarak daha renkli, groove ağırlıklı bir döneme geçişinde önemli rol oynadı.
Bu dönem daha sonra unutulmayacak bazı anlara da tanıklık etti. Bu anlardan biri müziğin planlı olmaktan çıkıp sahnedeki enerjiyle değişebildiğini göstermesi açısından beni özellikle etkilemiştir. Bir konser sırasında Ritchie Blackmore amfisini balta ile parçalayıp gitarını kamera lensine fırlatırken, Glenn Hughes tüm bu kaosun ortasında gülümseyerek şarkı söylemeye devam eder. Yıllar sonra bu anıyı “müziğin bir parçası” olarak nitelendirecek ve sahnedeki güçlü vokalini bir “savaş çığlığı” gibi yorumlayacaktı. Coverdale ile birbirlerini gaza getirerek daha yüksek ve güçlü söylemelerine sebep olan bu kaosta hangimiz olmak istemezdik ki?
Deep Purple sonrası Hughes, solo kariyerine yöneldi. İlk solo albümü ‘Play Me Out’u 1977’de yayımladı. Ancak bu yıllar kolay değildi; rock tarihindeki birçok yıldız gibi bağımlılık sorunları ve kişisel çalkantılar nedeniyle kariyerinde kesintiler yaşadı. 1986’da ise kısa süreliğine Tony Iommi’nin solo projesi olarak tasarlanan, ancak plak şirketi baskısıyla Black Sabbath adıyla yayımlanan ‘Seventh Star’ albümünde vokal yaptı. Fakat turne sırasında menajerinden yediği talihsiz (!) bir yumruk Hughes’un burnunu kırdı ve sesi uzun süre toparlanamadı. Konser performansındaki düşüşü de bu olaya bağladı. 80’lerin ortasında sesini tamamen kaybetme noktasına gelse de 90’larda tamamen temizlenerek yeniden doğdu ve güçlü performansını günümüze kadar sürdürdü.
Solo kariyeri boyunca sayısız çalışma üreten Hughes’un öne çıkan albümleri arasında ‘Play Me Out’ (1977), ‘From Now On’ (1994), ‘Building the Machine’ (2001), ‘Soul Mover’ (2005), ‘Resonate’ (2016) ve daha bu ay taze çıkmış ‘Chosen’ bulunuyor. Onca seneye rağmen, ‘Chosen’ın daha girişinde ‘Voice In My Head‘ ile tüylerimizi diken diken eden sesi ve o muhteşem enerjisi ve tutkusu ile bizi yakalayan Hughes, sadece kafamızda değil ruhumuzda da yerini uzun süreler koruyacak gibi görünüyor.
Hiç kaybolmayacağı belli bu enerji ile 2000’lerin ortasında İstanbul’da verdiği konserden unutulmaz bir sahne aklımda. Seyirciler ‘Burn’ şarkısını ısrarla isteyince, Hughes, ‘Evet onu çalacağım ama kendi şarkılarımı da çalmama izin verin’ derken, bu samimi ve nüktedan tavrıyla bizleri sadece seyirci değil, sahnenin parçası hâline getirdi. 2016’da Rock & Roll Hall of Fame’e kabul edilerek, yarım asrı aşan müzik yolculuğu ölümsüzleşen Hughes’un şu sözleri de tam da bunu ifade eder gibi değil mi?
“Ben sadece bir rock şarkıcısı değilim, ben sizin gibi hisseden bir insanım. Bu şarkılar arkadaşlarımın ruhunu yaşatıyor.”
Ruhunu müziğe katan adam… Sen çok yaşa Glenn Hughes!

